HASAN HAKAN BOYRAZ
Sezar’ın meşhur Zela Savaşı’ndaki üstün zaferini senatoya göstermek için gönderdiği mektupta söylediği “Veni, vidi, vici” ifadesi kimine göre Sezar’ın senatoyu alaya almasıydı. Sezar kendisine mi çok güveniyordu yoksa bir geleneği yıkmak istediği için mi kendisini beğenmişlik yapıyordu bilinmez ama apaçık kendisinden önceki tarihe meydan okuyordu. Bu meydan okuma ölümüne kadar gidecekti. Oysaki tarih Sezar gibi hükümdarların hatalarının bedelleri ile doluydu. Mazi kendisine uzak kalanlara sık sık hatırlatma yapar. Kesin bir kanaat belirtmemekle beraber bu kanının temelinde dünyanın başına hep benzer olayların geldiğinde insanoğlunun hazırlıksız yakalanmasını örnek verebiliriz. Sonradan hatırlamanın bizlere olan maliyetini her geçen gün artarak hissediyoruz. Bilge Kültür Sanat tarafından yayın hayatına kazandırılan Koray Şerbetçi’nin “Tarih Neye Yarar?” isimli yeni eseri tarih okumanın ve bilmenin neler kazandırabileceğini gözler önüne seriyor.
Dünyanın var olduğu günden bu yana bozulmayan tek saat tarih saatidir. Yaşananların neden-sonuç döngüsünü tecrübe adıyla bizlere sunmak için çabalayan tarih, kimi zaman ötekileştirilmiş kimi zaman da gurur abidesi olarak karşımıza çıkmıştır. Tüm bu yaşanmışlıklar içinde insanoğlu geçmişinin kendisine ne kazandırdığı noktasında bir ders almamış olacak ki her olay tekrarını farklı mekânlarda ve tarihlerde göstermiş. 1789 yılında özgürlük ve eşitlik için Fransa’da yanan ateş yeterince anlaşılmamış olacak ki 2010 yılında aynı ateş Arap Baharı olarak adlandırılarak Arap dünyasında tekrar alevlenmiştir. Tüm bu durum aslında şunu söylüyor “Bizim de başımıza gelebilirmiş.” Koray Şerbetçi’nin eserin her bölümünde bu cümleyi okuyucuya söyletmesi olayları harmanlamadaki becerisini yansıtıyor. Okuyucunun somut olarak tarihi vakalarla karşılaşmasını isteyen Şerbetçi, akıllarda yeni sorulara da yer açıyor.
SORGULAYICI BİR BAKIŞ
Tarih okuyuculuğunu düz bir kronolojiden okumak sadece akademik bakışta kendisine bir yer edindi. Salt okuyucu kitlesinde bu durum pek de kabul edilebilir bir okuma alışkanlığı sağlamadı. Bu durumu daha önce yayına kazandırılan onlarca eserde gördük. Olayların akış içerisinde daha canlı bir tasvir ile aktarıldığı yazınlarda hem anlatıcının hem de okuyucunun amacına ulaşması tarihin tema olarak seçildiği eserlerde kolay bir iş değildir. Koray Şerbetçi’nin yazınında bu durumun aşılması için titizlikle çalışıldığı bariz bir şekilde görülüyor. Ana temanın ekseninde okuyucuya verilmek istenen mesaj ile anlatılmaya çalışılan tarihi olay harmanlanarak önümüze geliyor. Şerbetçi’nin sorgulayıcı tavrını net olarak görebiliyoruz. Ele aldığı konularda uzun yıllardır Batı eksenli çizilen tarih okumasını reddediyor. Aklımızı döndüren Batı hayranlığından dönüp arkamızda bizi bekleyen Asya düşüncesine göz kırpıyor.
Şerbetçi’nin bu yaklaşımı aslından yakın zamanda kendini göstermeye başlamıştı. Çin ve Japon felsefecilerin eserlerinin son zamanlarda oldukça rağbet görmesi, materyalist Batı düşüncesinden mistik Asya yaşantısına doğru yönelime geçen bir kitlenin oluşmaya başladığı sinyallerini veriyor.
Koray hocanın eserin bazı bölümlerinde karekod kullanarak kitabı kendi anlatımıyla süslemesi okuyucu açısından anlama sürecini pekiştiriyor.
Hayatın uğultusu dinince
Tarihin her koşulda malzeme olduğu zannedilir. Yazılan ne var ise zaman içerisinde origami marifeti ile kendine kapanıp, kendinden açılan kâğıt çiçek hünerinde göstergelerin okunduğu hesap edilir.
Pasajlar, yazarın entelektüel gustosunu, edebî müdahalesini, kayıp kıta kütüphanelerden yazın üzere hiza yokladığı: kurduğu Babil Kulesi’nden modernizme şehir miras bıraktığı kendine katlanmış bir Walter Benjamin biblo(rulo)sudur. Bir başka okuma ile yirminci yüzyılın kendine kapanan kâğıt tomarlarıdır. Postmodernizm mi? Okuduğumuz kadarı ile açılmadan dağılmış sayfalardır.Okuryazar olmanın eşiğini tekinsiz görenlerden bibliyofil yazar Sedat Anar; modernizm üzere Yapı’nın konumlandığı metinlerin eksenine, hangi yollardan adresine vardığı bilinsin ya da okunsun: metnin evi sayılan kitap ile sokağa penceresini açtığı müziğinin hikâyesini konumlandırmıştır.
Pascal Quignard’ın, “Bir okurum ben – yazarlığımı okuduklarım belirler” mürekkebi elbette sıçramıştır; okuduklarını, yazdıklarını, söylediklerini ve hatta dostluklularını okudukları belirleyen Anar’ın yeni bir sayfasına! Dostluğun ölçüsü olmamalıdır, ölçütü vardır. Okur, – benzerim, – kardeşim.
Sesin perdelerini kulaklarına örtenlerin rastlaştığı zamanlarda sokak müziğini rastlanmayacak dostluklarla yazmanın cazibesi, söylenecek şarkılardadır. Kefede duran paha, önemli ile değerli olanın arasında salınan hayata seslenmektedir. Metinler başka metinlere, yazarlara, kitaplara açılır başka müzikler, söyleyenler ve çalanlar. Dilin toplumsal kabul görmesini, kelimelerin şiirde taşıdığı manadan kurtulup nüanslar ile yükünü hafifletmesinde fark edebiliriz. Anar kitaplarında nüans hem müzik hem de şiir üzere anlatımın kerterizidir. Kitabın katarı olan şiirlerin varlığı forte’dir. Diğer kitaplarında olduğu gibi şiir, metnin nüansına dâhil olmadan varlığında azadedir. (Hallerin Esiri ile belirginleşen, yazarın diğer yazın [şiir] türlerini lojistik [logistikos] kaygıdan dolayı değil bağlam ve bütünlüğü taşıyan aktarımlar sebebiyle metninde meydana getirmektedir.)
Nihayetinde okunan ve yazılan şiir; fasit daireye ya da metinler arasılık üretimin ekonomik sebeplerine değil, okuma yöntemi ve görgüsü edinilen edebî türe ait kazanımdır.
Biz değişirsek müsilaj biter
Geçtiğimiz yıl Marmara Denizi’nde görülen müsilaj hepimizi tedirgin etti. Marmaray’ı kaybetme korkusu yıllar sonra yeniden gündemimizde yer almaya başladı. Peki geçen seneden sonra bu sene de müsilaj görecek miyiz? Müsilaj denizin bitmesi mi demek? Prof. Dr. Mustafa Sarı’nın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları etiketiyle yayınlanan “Müsilaj Ağıt Mı, Umut Mu?” adlı kitabı bu sorularımıza cevap verecek nitelikte. Prof. Dr. Sarı, Marmara Denizi’ni kapladığında varlığından haberdar olunan müsilajın denizle kurulan yanlış ilişkinin bir sonucu olduğu söylüyor.
BİREY OLARAK YAPACAKLARIMIZ VAR
Müsilajın ortaya çıkması son birkaç yılın meselesi değil. 25 milyon insanın evsel atıkların yanı sıra Türkiye’nin yarısına hizmet sunan endüstrinin, denizcilik faaliyetleri ve tarımsal üretim sonucu ortaya çıkan atıklar yeterince arıtılmadan Marmaray’a dökülmesi bu meselenin temelinde yatıyor. Prof. Dr. Mustafa Sarı, kitabında yanlış avcılık teknikleri, nedeni insan olan iklim değişiminin yıkıcı etkilerini de alarak müsilajı tüm yönleriyle masaya yatırıyor ve bireysel olarak yapılabilecekleri hatırlatıyor. Prof. Sarı, denizle olan ilişkinin doğru bir temele oturtulmaması durumunda ise, tekrarı kesin yeni müsilaj sorunları ile yüzleşileceğini akıcı bir dille açıklıyor.
Prof. Dr. Sarı, uzun yıllar Van Gölü inci kefalinin korunmasıyla ilgili çalışmalar yaptı. Geliştirdiği sorun temelli sosyal katılımcılık modeli doğa korumaya yeni bir perspektif getirdi. Hâlâ su kaynaklarının yönetimi, sürdürülebilir balıkçılık ve sosyal girişimcilik alanlarında çalışmalar yapıyor.
Peynirlere küflenmeyi ve bozulmayı önleyici "natamisin" maddesinin eklenmesinin sonuçları insan sağlığına zarar veriyor.
80'li yıllarda 'Erkek Milleti' ve 'Yemin mi Ettin' müzikleriyle tanınan Ayşe Mine, bir müddettir kolon…
Koç Holding bünyesindeki Yapı Kredi Bankası, tahsilatını sağlayamadıığı alacaklarını satmaya karar verdi. Yapı Kredi Bankası…
Kahve posalarından biyomalzeme üreten Wastespresso ile iş birliğine giden ETİ, 578 kilogram kahve posasının mikro…
Futbolda, bu hafta heyecan ulusal maçlarla devam ederken; Misli üyeleri daha yüksek oranlarla kazanıyor. UEFA…
2014 yılında Bedri Güntay ile evlenen Pelin Karahan, son olarak "Kirli Sepeti" dizisindeki rolüyle dikkatleri…